Yüzüklerin Efendisi -4: Great Sheik’in İzinde
Büyük sürgünde olan onikinci büyücü yeryüzünde zamanın bitmesinin yakınlaşması ile geri dönecektir. Orkların kendisini takibi üzerine henüz çocuk yaşta iken’nin Gandalf’ın 3. Çağda Erebor’a girmesiyle başlayan kayboluş zamanı aynı zamanda büyücünün geri dönüşünü bekleme devridir. Bunun için bir grup cüce, her gece Erebor kapısında beklemeye gider. Silahlı olarak giderler ve kendisine selam verirler, çıkması için ayin düzenlerler. Şöyle derler: “Ey zamanın sahibi! Çıkıver! Orglar çoğaldı, krallar ayrılığa düştü; çıkma zamanın şimdidir” Kendisine yalvararak şöyle hitap ederler:” Orta dünyanın ümidi! Büyücülerin şahı! Orta dünyanın seçkin kulları arasından maksadı! Olorin’in sönmeyen nuru! Irmo’nun kendisinden başka giriş olmayan kapısı!”
Uzatmaya ve derlemeye devam edebiliriz. Yeni bir film çekme fikrini aslında değerlendirmeliler ve kaynak olarak da bizim şaşalı medeniyetimizin Hermesçilerini kullanabilirler. Onlardan öyle senaryolar çıkar ki bir kaç seri olarak da çekebilirler hatta. Yukarıdaki satırları bir de aslı ile okuyalım:
Büyük sürgünde olan onikinci imam yeryüzünde zamanın bitmesinin yakınlaşması ile geri dönecektir. Abbasilerin kendisini takibi üzerine henüz çocuk yaşta iken Muhammed b. el Askeri’nin 266’da Samarra’da istirar mağarasına girmesiyle başlayan gaybet zamanı aynı zamanda imamın geri dönüşünü bekleme devridir. Bunun için bir grup şii, her gece Samarra mescidinin kapısında beklemeye gider. Silahlı olarak giderler ve kendisine selam verirler, çıkması için dua ederler. Şöyle derler: “Bismillah, Ey zamanın sahibi! Çıkıver! Fesat arttı, zulümler çoğaldı; çıkma zamanın şimdidir” Kendisine yalvararak şöyle hitap ederler:” Allah’ın halifesi! Vesilerin vasisi! Allah’ın seçkin kulları arasından maksadı! Allah’ın sönmeyen nuru! Allah’ın kendisinden başka giriş olmayan kapısı!”
Hadi şiaya kızalım, yuhalayalım! Yalnız, şiaya kızanların şeyhi ekberlerine olan hayranlığı tamamen çelişki ve ikiyüzlülükten başka bir şey değil. Halbuki kaynakları aynı kaynak, aynı yalaktan su içiyorlar… Bu kez de aşağıdaki izahlara buyrun -parantez içindekiler su içtikleri necis kaynağın izahı için verilmiştir:
“-Yaratılışın başlangıcı Hebadır (hermesin müşahadesinde aşağıya inen nurani kesafettir; rutubet tabiatını teşkil ederek alemin maddesine dönecektir)
-Onda ilk var olan şey Hakikat-i Muhammediyye-i Rahmaniyye’dir. Mekan olmadığı için onu sınırlayacak nerede sorusu yoktur. (hermesin müşahadesinde kelime, yani Müteal ve yaratıcı ilahın birinci oğluna tekabül etmektedir. Bu ismaililere ve Arabiye göre aklı evveldir.)
Sorular ve cevapları:
-Neden var oldu?
-Varlık ve yoklukla tavsif edilemeyecek Hakikati malumeden var oldu
-Nerede varoldu
-Hebada
-Hangi suret üzerine varoldu?
-Hakkın suretinde malum olan suret üzerine
-Niçin varoldu?
-İlahi hakikatleri izhar etmek için
-Gayesi nedir?
-Karışımdan kurtulmaktır. (düalistlerin ifadesi ile nurun zulmetten, sufilerin ifadesi ile ruhun bedenden kurtulmasıdır) Her alemin hazzını, karışım olmaksızın menşeinden bilir. Gayesi, hakikatleri izhar etmek, büyük felekleri (sufilere göre insan dışındaki alem), küçük alemi (alemin ruhu olan insanın illet ve sebebini), makamlarının feleklerini, hareketlerin ve tabakalarının tafsilatını bilmektir.” (El-Futuhatül Mekkiyye – Arabi)
“Dünyanın bir başlangıcı ve sonu olduğu -hatmi- için Allahu Teala her şeyin de özelliğine göre bir başı ve sonu olmasına hükmetmiştir.
Dünyada olan şeylerden biri de şeriatların indirilmesidir. Allah bu indirmeyi de Muhammed’in şeriati ile bitirmiştir. O nebilerin sonuncusudur.
Bunlardan biri de genel velayettir. Bu velayetin başlangıcı Adem iledir. Allah onu da İsa ile bitirecektir.Velayet başladığı kimsenin benzeri ile bitmiştir. Mutlak anlamda bir nebi ile başladığı gibi mutlak anlamda bir nebi ile biter. Muhammed’in şeriatinin hükümleri, diğer nebiler ve rasullerin getirdiği hükümlerden, Allah katında çeşitli açılardan farklı olması itibari ile nübüvvet onunla bitmiştir. Bunlar ganimetlerin helalliği,yeryüzünün temizliği, arzın mescit kılınması, cevamiul kelimin verilmesi, mana ile yani korku salmayla yardım olunması, arzın bütün hazinelerinin kendisine verilmesi gibi hususlardır. Böylece kendisinden sonra gelecek diğer nebiler, veli hükmünde kalmışlardır ve O’nun makamından dünyaya inmiştir. Bu özel velayetin de bir hatmi olması gerekir. İsmi Muhammed’in ismine uygun aynı yaratılış özelliklerine sahiptir. Fakat bu kişi Mehdi-i Muntazar değildir. Öünkü mehdi-i muntazar onun sülalesinden olacaktır. Hatim onun soyundan değildir, fakat ahlak ve huy açısından onun nesebindendir.” (Futuhatül Mekkiye- Arabi)
Artık geriye velayetin hatminin gerçekleştiği kişinin bizzat İbn Arabi olduğunu söylemekten başka bir şey kalmıyor. Nitekim kendisi de buna çeşitli yerlerde (Fütühatül Mekkiye 1-185;2-41-49) işaret etmiştir.”*
Bu uzun satırlar bir şeyleri canlandırmalı hafızalarımızda… Kadim medeniyetimizin bulanık sularında avlananların, taklit ve nakil ile donatılmış ve bunlardan türetilmiş bilgi sistemleri ile zihinlerimize tecavüzleri üzerinden yaklaşık bin yıl geçti. O zamanlardan bugüne değin karşı çıkanların infaz edildiği, karşı çıkmayıp ses de çıkartmayanların sindirildiği, canı gönülden sarılanların her türlü saray nimetleri ile ödüllendirildiği devirleri yaşadık. Onlar hep akıl/delil ekolünün kuyusunu kazmaya, kuru kalabalıkları ile, uydurma rivayetleri ile din peydahlamaya devam ettiler.
İrfani ekol adını verdikleri tali ekollerle tuttukları yolu Kur’an’dan bulduklarını hatta Kur’an dilini kullandıklarını iddia ederek yığınları arkalarından sürüklerken, aslında Allah Resulünden de önceye dayanan irfani geleneklere islami giysiler giydirerek piyasaya sürdüklerini gizleme telaşı içinde oldular. Kökleştirdikleri bu akıldışılık malesef zamanla tüm coğrafyalarımızda siyasi/politik veya ekonomik nedenler ile siyaret edip içselleştirildi. Halbuki aklını kullanma ekolü (burhan) ile taklit/nakil/keşf ekolü (irfan) arasındaki ayrım İslam’dan yüzyıllar önce biliniyordu. Örneğin, “Bu ayrımı yapanlardan biri Chalcis/Ancer isimli bir şehirde miladi 2. ve 3. yüzyıllarda yaşamış Emlih (Jamblichous) isimli bir düşünür. Jamblichous, hermetik felsefenin şekillendirilmesinde büyük rol oynayan filozoflardan biri olup Arap mütercim ve müelliflerince de tanınmaktaydı.”
Allah Resulünden sonra kış uykusundan uyananlar hızlı bir şekilde ortaya çıkan karışıklıkları da fırsat bilerek topraklarımıza yerleşmeye başladılar. Çok mu komplo teorisi olur bilmiyorum ama ilk dönem karışıklıklarında, cinayetlerinde, savaş çığırtkanlıklarında etkilerinin de olması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır (Ömer -ra- şehadeti ve şüpheliler, Sıffin savaşı öncesi yaşananlar vb…)
İsimlerini bile Yunancadan ithal eden sözüm ona irfancılar -aslında gnostikler- pirleri olan ve hatta harbi delikanlı olan Mandeislet ve Manişeistler gibi yeni bir din iddiası ile ortaya çıkacak cesareti hiç bir dönem gösteremezler. Tüm argümanları ile aslında bir din olan yapılarını “mevcut din”in “batın”ı olarak takdim ederek hep bir sığıntı ve parazit olarak yaşamayı tercih ederler. Ortaya çıktıkları dönemler hep atalarının ortaya çıkışına benzer. Hep bir fırsat kollayıp akıl/delil sahiplerinin gardının düşmesini beklerler. MÖ 4.yy ile MS 7.yy arasında Grek ve Roma kültürlerinin karışması ile başlayan hellenistik dönemleri de Büyük İskender’in ölümü ve imparatorluğunun dağılması ile başlamıştır örneğin. Ortada kalanların, kıyamet gününü bekleyenlerin olduğu, kaosun ve ümitsizliğin diz boyu olduğu zamanlarda insanlar irfanı arama telaşına düşüp kendilerinden başka herkese tavır alarak etrafındaki egemen kültürlere de sülük gibi yapışmasını bildiler. Allah Resulü’nün görevlendirilmesi ile Helenistik dönem arasıda geçen zamanda Arap toplumunun da “mütercimleri ve müellifleri” vasıtasıyla irfani yapıyı bildiği düşünüldüğünde Efendimizin bunlardan hiç haberdar olmadığını düşünebilir miyiz? Bilakis peygamberim tam da bu irfani akımların hezeyanlarını ve artıklarını ihtiva eden, uzun dönemlerde kendini klonlayan ve evrimleştiren devrin, yani cahiliye devrinin bitirilmesi için gönderilen bir Rasul idi. Zira geçen dönemlerden sonra aynı hezimeti yaşayan Arap-İslam kültürü de bundan nasibi aldı. O dönemlerin tüm siyasi ve kültürel olaylarında bu akımın derin izleri gömülüdür. Zalim Abbasi yöneticileri ve ye’s içindeki müslüman ahali, zalim Emeviler… O toplumdaki insanların haleti ruhiyelerini düşününce ya Ebu Hanife gibi olacaklardı ya da kabuklarına çekilen zavallılar gibi. Bu acziyet bir yerlerden patlak verdiğinde kapıda hazır bekleyen derin mistik argümanlar Anadolu topraklarında Selçuklu’nun yıkılmasındaki atmosferde olduğu gibi ümmetin ciğerlerine hançer gibi saplanıvereceklerdi. İşte tam da bu yüzden mesela mevlevilerin madeistler kadar adam olup “biz de bir diniz” diyebilmesini bekleyemeyiz; ama biliriz…
Ağzı salya içinde müslümanlara saldıran, kendi çocuğunu kirli elleri ile toprağın altına gömen, gözümüzde iğrenç ve aşağılık kişilikler… Kendisine yapılan tüm uyarılara rağmen kör inadı ile cehaletini kabul etmeyen, şatafata düşkün acınası ama nefret edilen figüranlar…
Cahiliyye devri denilince sizin aklınıza ne geliyor?
Bunlara ilave olarak okuma yazma bilmeyen, putlara tapan, basiretleri kapalı, akıllarını kullanmayan, zalim bir topluluk mu? Efendimiz bu barbar, bilgisiz, yabani insanların arasına mı gönderildi?
Cahiliyye denilince kafamızda canlananları biraz kurcaladığımız da kendi cahilliğimizi de görebilecek kadar feraset kaldı mı üzerimizde? Mesela nifak ve iki yüzlülük abideleri olan, dinamiklikleri, hareketlilikleri, keskin zekaları ile bitmeyen azme sahip olan münafıklar kadar bilgi sahibi miyiz? Akli güçlerini yitirmedikleri için onları cahiliyyeden uzak mı sayacağız yoksa şirk ve putperestlik içinde bocalayan, ahlaki sapıklıkları ve dünya şehvetlerini önceleyen, ahireti ve hesaba çekilmeyi unutan, Rabbin azabını ve nimetini görmezden gelmenin açtığı başlığa çoktan dahil durumda mıyız?
Ortada bir karanlıklar gerçekliği var. Karanlıktan aydınlığa çıkma konusunda alınan bir destek söz konusu. Bu desteğe mani olacak kadar karanlıklara gömülenlerin benliklerine işleyen karakterlerinin İbrahim suresinin ilk ayetleri ekseninde en net ifadesi: Allah’ın Kitab’ına karşı durmak…
Allah’ın kitabına karşı duran müslüman var mı etrafımızda?
Yani ben bu kitaba karşıyım diyen?
Bu kadar cahil olamazlar mı desek yoksa bu kadar cesur ve şerefli mi?
Ortada nemalandıkları bir otlak var iken bu otlağı kaybetmeyi gerçekten göze alabilirler mi? Elbette ki alamazlar; osmanlı-emevi mimarisiyle süslü evlerinden ve lüks yaşamlarından, etraflarında deli divane müridlerinden, televizyon kanallarındaki hakedişlerinden öyle mücadelesiz vazgeçerler mi? Onların ticareti “Allah’ın ayetlerinin satışı” sayesinde sermaye kıldıkları insanlardan aldıkları himmetler ile kurdukları televizyonları, düşman! saflarına satışa kadar evrilmiş durumda. Bu “cukkaların” peşinde koşuşlarını “herkesi kendi konumunda kabullenme” doktrinleri ile süsleyip diyalog çığırtkanlığı ile ciğerimize sokanlar gibi illa da Gayretullah’a dokunmalarını mı bekleyeceğiz? Kendi din kardeşlerini etiketleyerek piyasaya süren bu tacirlerden en büyüklerinden birinin “hıristiyanlarla tartışmalı meselelerden bahsedilmemesi, anlaşmak için bunların konuşulmaması” önerisinden bugüne, devleti yıkmak için yabancı güçler ile işbirliği içine girmesine kadar varan süreç öylece kendi kendine mi gelişiverdi?
Bugün kullanılan masum! duyguları salt bir örgüt sathında “vatan millet” naraları ile konuşanların bilinç altları ile, örgütsel yapıya dönen karın-daşlarının aynı cahiliyye yolunda olduklarını ve bu yolun Allah’ın kitabına karşı duruşlarını barındırdığını görmemiz gerekiyor.
Yoksa Ankebut-46’dan “diyalogun gerçekleşmesi için dininin son din olduğu iddiasından vazgeçeceksin”**eksenine kayanların durumu daha çok tekrarlanır bu coğrafyalarda…
Ne diyordu fantastik senaryoda yüzük içindeki yazı :”Hepsine hükmedecek bir yüzük, hepsini o bulacak, hepsini biraraya getirip, karanlıkta birbirine bağlayacak.”
M.Sami ZİNİ