Özgür Vicdanlar
Bir kaptanın dünya kamuoyunun vicdanına demir atması üzerinden bir aya yakın zaman geçti. Aslında bu ilk değildi. Pia Klemp de Carola Rackete gibi İtalya’da yaklaşık binden fazla kişiyi kurtardığı için hapis istemiyle davalık olup teknesine el konulmuş, İtalya limanlarına yaklaşması yasaklanan bir kaptandı. Kurtardığı 43 kişi ile gündemimize şöyle bir uğrayıp geçen Rackete’nin el konulan gemisi sonrası yargı süreci başlamış durumda. Ev hapsinden sonra tutuklanma kararı çıkması bekleniyor. Kuzey Kutbu ve Alfred Wegener Polar ve Deniz Araştırmaları Enstitüsü Antarktika’daki bilimsel keşif gezilerinde iki yıl boyunca navigasyon subaylığı yapan, Monako’da bulunan ultra lüks bir seyir hattı olan Silversea Cruises için güvenlik görevlisi olarak çalışan, daha sonra Greenpeace ve İngiliz Antarktika Anketi’ne ait gemilerde ikinci subaylık yapan Kaptan Rackete, geçtiğimiz Haziran ayında Hollanda bandralı Sea-Watch 3 gemisi ile, insani yardım kuruluşları tarafından güvensiz bölge olarak kabul edilen Trablus (Tripoli) açıklarında kurtardığı göçmenlerle görevini yerine getirdi. Bir süre açık sularda bekledikten sonra Haziran ayının son günlerinde ise gemisinin yanaşmasını engellemeye çalışan hücum botlarına da karşı koyarak İtalya limanına demirledi. Hakkında açılan davanın en önemli ayaklarından birini de bu devriye botlarından birinin batırılması/batmasına sebep olunması oluşturmakta.
Yine 2006 yılında Kaptan M. Johanna Ege Sularında batan gemiye aldığı 22 göçmeni Kuşadası limanına getirip bu insanların bizim topraklarımıza inmelerine izin vermediğimizde demir almayıp açıklarda beklemesi ile gündem olmuştu. Bir yanda Sea-Watch gibi kuruluşları insan kaçakçılığını kolaylaştırmakla itham eden Hollanda gibi ülkeler diğer yanda da Klemp ve Rackete’e “insan hayatına saygı için dayanışma”nın sembolü olarak Grand Vermeil ödülünün verileceğini açıklayan Paris Belediye Konseyi gibi kurumlar var. Bizim tarafta ise göçmenlerin Avrupa’ya geçmelerine izin vermemiz durumunda transit ülke haline geleceğimizi ve iç güvenlik açığı doğacağını söyleyen hükümet yetkilileri, benimsenmiş sınırların belirli noktalarında kurulmuş mülteci kamplarına insani yardım götürmeye çalışan sivil toplum kuruluşları var. Bir de bulunması gerektiği ilin sınırlarını aştığı için iller arası sürgüne göndermelere kanun hazırlayan eller ile bunlara alkış tutan zevat var. Avrupa ülkelerinin hükümetlerinin genel kanısının İtalya ve Hollanda hükümetleri ile aynı olması siyasi ve toplumsal arenanın hızla milliyetçiliğe evrildiğinin en önemli göstergelerinden. Kaptanların karaya çıktığında bir yandan protesto edilmesi diğer yandan da sevgi gösterileri ile karşılanması geçenlerde bizde yapılan basın açıklaması sırasında, öncesinde ve sonrasında yaşanılanlarla benzer içeriklere sahip.
Peki bu kaptanların derdi ne?
Sea-Watch, kendini Avrupa Birliği’ne, demokrasiye ve insan haklarına bağlı bir kuruluş olarak niteliyor. Ancak binlerce insanın hâlâ AB ülkelerine ulaşmaya çalışırken yok olmalarına sessiz kalınamayacağını, sağlanmaya çalışılan sınır güvenliklerinin, Türkiye gibi ülkelerle yapılan geri kabul anlaşmalarının şüphelerle dolu olduğunu düşünüyor. Hiç kimsenin daha güvenli, daha insani bir yaşam ararken Avrupa Birliği sınırlarında ölmeyi hak etmediğini düşündükleri için 35 binden fazla insanın kurtarılma faaliyetine katıldıklarını ve tüm bu çalışmaları bağışlarla ve gönüllülerle yaptıklarını söylüyorlar.
Yukarıdaki soruya zannlardan uzak verilecek tek cevap: Vicdan… Bunu duygusal terimler ve kelimeler süsleyip vicdansızlara dokundurmak için de kullanabilirsiniz komplo teorileri üretip karalar çalarak itibarsız hale de getirmek için de. Bu nokta herkesin İlahına karşı hesabıyla ilgili olduğu için üzerinde durmuyorum. Hâkeza muhacir/ensar kardeşliğindeki edebi yaklaşımları da kenara koyarak ülkemizde ve ülke insanımızda ortaya çıkan gariplikleri izlemek ve bunlara hayıflanmakla yetiniyorum. Kendi anlayışını kabul etmeyenleri karalama konusunda ilahlarından yetki almış kesimlerin kuruyan vicdanlarının, mültecilere açtıkları kucağın misyonerlerin kucaklamasından farklı olmadığını görmekten rahatsız oluyorum. Mültecilerin kendi ülkelerinde çıkan iç karışıklıklarından hiç sorumlu değilmiş gibi ahkam kesen entellektüel devletluların Aylan bebek için tuttukları yası samimi bulamıyorum. Nusayri rejiminin yönetimi altında sanki bir vatanda yaşıyorlarmış gibi muamele ettikleri Suriyelileri vatanlarını terk etmekle itham edenlerin kendi eteklerindeki taşları dökmelerini seyretmek artık mide bulandırıyor. Aynı bulantının yapılan zulümlere lanet edip evinde televizyon karşısında programdan programa geçiş yapan Müslümanların midelerinde de tezahür etmesi için dua ediyorum. Naim Süleymanoğlu’nun kaldırdığı ağırlıklar sonrası gözyaşı dökenlerin evlatları ve torunları bugün futbol müsabakalarında kendilerine milli görevler ve dini bilinçler devşiriyorlar. Bu devşirmelerde kavmiyetçiliklerine dini motifler giydirmeleri ve Allah’a ait yeryüzünü parselleyip hamaset üretmeleri takdir ediliyor. Bir kafire haddini bildiren Müslüman tekvandocunun yaptıkları sonrası ümmet! heyecanı duyanlar, Müslüman olmuş yabancı meşhur bir kadın sanatçının güzellemelerinde de aynı heyecanı duyabiliyorlar. Kendi kanaatlerine olan güvensizliklerini tatmin etmek için bunları kullananların konu Suriyelilere gelince çıkarttıkları pis koku bu yüzden çok belirgin. Bu limanlara çok demir atıldı. İlme nankörlüklerine karşı kullandıkları ezikliklerine, Müslüman olduğuna inandıkları, onlar seyretsinler diye çektiği belgesellerde hayvanlara rol yapmaları için işkence ettiği ortaya çıkan Kaptan Cousteau’nun attığı demir gibi… Bu koku şenliği içinde politik arenadaki yaptıklarının sadece “Allah rızası için” olduğundan emin olup bağlandıkları devlet aklının ricalinde ununu eleyip eleğini asanların ve dünyalıklarıyla yanıp tutuşanların “nankörlere” ve “kıymet bilmezlere” veryansın etmeleri taraftar bulabiliyor. Vicdanlar kuruyor, kurutuluyor. Milliyetçilikleri ve kavmiyetçilikleri mezhepçilikleriyle iç içe geçiyor. Kendi seküler dünyalarına biçtikleri anlamların başka insanların dünyasında da var olabileceğini dahi düşünmeden, yedi yıldır topraklarımızda ikamet eden ve geldiğinde beş/on yaşlarında olan çocukların on sekiz yaşını doldurduğunda ülkelerine, kendi devlet aklının beslediği ordularla savaşa gönderilmelerini savunabiliyorlar.
Hayat tarzımızın hak oluşunda kimsenin şahitliğine ve bu tarza meyletme imâlarına, onların İslam’ın vicdanlarımızda doğurduğu ateşi ve serinliği destekleyen söylemlerine muhtaç değiliz. Alınlarının teri ile Müslüman olanlara elbette hürmetimiz olacaktır. Yalnız vicdanlarında duydukları rahatsızlıkla “hayali cemaatler”in kanunlarına rağmen insan olmanın gereğini yapanlarla, sırf Müslümanlığı miras olarak aldı diye hem onlara hem de Allah’a dini öğretmeye çalışanları da aynı kefeye koyamayız. Belki de bu yüzden konjonktür gereği devletin ve milletin bekâ ve selameti için köprüyü! geçene dek dayıların zalimliklerine şiddetli kınamalarla mukabele eden, Trablus sahillerinin güvensiz hale gelmesine sebep olan katillerle Geri Kabul Anlaşmalarını yapan devlet aklına bir türlü aklımız eremiyor.
M.Sami ZİNİ