İslamsız Dünya: Burçlarının Ucunu Göremeyenler
Sosyal medyada sorumluluk alanlarının dışında kalmaktan haz alanların her önüne geleni paylaşmalarını maalesef kanıksar hale geldik. Öyle ki okumak ve araştırmak artık külfetli bir iş. CIA eski direktörlerinden Graham Fuller’’in İslamsız Dünya adındaki kitabında ABD’nin önündeki tek engelin “sünniliğin tek kalesi” olan Türkiye olduğuna dair söyleminin yer aldığı bir paylaşım da bunlardan biri. Paylaşımda açık açık yazıldığı söylenenlerin işaret ettiği yerin sünni müslümanlar tarafından korunuyor olduğunun vurgulanması da hamasi duyguların okşanmasına yetiyor. Hadi bunu anladık da sünni İslam vurgusu nedir? Kutsal cihatlarına bu sahte paylaşımla puan kazandıranlar rahat rahat uyumaya devam edebilirler zira paylaşımda yer alan bu mezhepçi ifadenin varlığı bile Fuller’in satırlar arasında İslam’a yüklediği anlamla uyuşmakta. Ancak “son kale”cilere kötü bir haberim var; kitapta değil böyle bir ifade buna benzeyen bir cümlecik bile geçmiyor; hatta dünya üzerinden İslam’ın silinmesine dair bir imâ bile yok. 1
Peki kötü adam(!) Graham Fuller ne söylüyor? Aslında kitap başlı başına özeleştiri dolu. Genelde Batı’nın özelde ABD’nin yanlış yolda olduğunu tarihsel arka planları ile izah ediyor. Bölgedeki meseleleri İslam’dan bağımsız düşünmeyi becerebilirse ve bölgedeki sorunları kısmen kendilerinin de sorumlu olduğu evrensel sosyal ve siyasi sorunlar olarak görmeyi başarabilirse doğru bir yola2 girebileceğini düşünüyor. Kendi içlerindeki hesaplaşmalarını bizim topraklarımıza taşımasındaki en önemli etkenin kendi kamuoylarında da algılandığı şekli ile İslâm olmadığını, Avrupalı güçlerin kendi anlaşmazlıklarını Ortadoğu’ya taşıyarak savaşlarını yürüttüklerini3 iddia ediyor. Doğu-Batı ilişkilerindeki veya Batı ile “İslam” arasındaki mevcut kriz durumlarının aslında dinden daha çok siyasi ve kültürel anlaşmazlıklar, çıkarlar, rekabetler ve çatışmalarla4 ilgili olduğu tezini işliyor.
Çeşitli bölümlere ayrılan kitap İslam’ın karşısına koyulmaya çalışılan Hıristiyanlık inancının yüzeysel analiziyle beraber bu dine ait mezhepler arası savaşların doğuşunu, sonrasında farklı mecralara kaydırılarak ortaya çıkartılan Haçlı Seferleri’nin mahiyeti ve amaçlarının incelenmesini içeriyor. Kendi bakış açısında yer alan ayrılıkların, İslam’da Hıristiyan mezheplerine göre çok daha az olmasını İslam’daki dini görüşün ince çizgisine bağlarken5, konsüllerde verilen kararların tutarsızlıklarını, İsa(as)’ın durumunun hiç bir düşünce ortamında tam anlamıyla sonuca kavuşturulmamış olmasını, Meryem(as)’ın (Meryem Ana) kutsal kabul edilme sürecindeki tutarsızlıkları rahatlıkla dile getirebiliyor. Ortaya koyduğu gerçeklerin kiliseler arasındaki soğuk ve sıcak savaşların sebepleri arasında yer almış olmasının bile Ortadoğu’nun Batı dünyasına beslediği güvensizlik ve korku için yeterli olduğunu6, bu korkuyu sadece İslam ile ifade etmenin yanlışlığına dikkat çekmeye odaklanıyor. Asıl meselenin Roma patrikliği ile Doğu’daki daha düşük patriklikler arasındaki egemenlik mücadelesi ile başlamasını ve özellikle Bizans karşıtı dürtülerin İslam’ın fetih hareketlerini kolaylaştırmasının arka planını analiz ediyor ve şu soruyu soruyor:
“İslam’ın tarih boyunca bu kadar geniş bölgeler, kültürler ve halklar arasında müthiş bir dayanıklılık göstererek varlığını sürdürebilmiş olması… Bu durumu Müslümanların yüzyıllar boyunca süren askeri gücüne bağlayarak açıklayabilmemiz mükün değildir. Örneğin Arap egemenliğinin gücü zayıfladığında Suriye neden Hristiyanlığa veya başka bir inanç biçimine dönmemişti? Ya da Abbasi İmparatorluğu gücünü yitirip Moğollar tarafından yıkıldığında İran neden Zerdüşt inancına dönmeyi seçmemişti?”7
Bu soruya kendi inceleme/kıyaslama sahasında verdiği cevap da bir şekilde tatmin edici:
“İnsanların İslam’ı kabul etmelerinde dinin mesajının dolaysız olarak iletilmesinin büyük rol oynadığı söylenebilir. Hıristiyanlığın, kilisenin sonu gelmeyen siyasi-dini konseylerinde şekillendirilen karmaşık teolojileriyle kıyaslandığında İslam’ın teolojik açıklığı ve sadeliği kendi yararına olmuştu.”
Aslında bu soru-cevap işlemiş olduğu tezin bir ucunu çürütmeye yetiyor. Hıristiyan dünyasının kendisine tehdit olarak görmeye başladığı, kendi mezhepsel çeşitliliğini bile kırıp atan İslam’ın zaten tam da bu yüzden insanlık tarihi ile aynı yaşta olan bir hayat tarzı olması gerçeğini görmezden geliyor ve “dinlerden bir din” olarak irdelemeye devam ediyor. Yine buna paralel olarak da İslam’ı modernizmin tanımlamasına rahatlıkla indirgeyebiliyor. Batı dünyasında bu şekilde algılanan İslam’a karşı Haçlı seferlerinin bölgeye düzenlenmesinde onun kutsal topraklarda kök salmasıyla direkt ilgisinin olmadığını, Batı’daki sosyal ve ekonomik durumların bu seferleri direkt etkilediğini, bu durumların seferler sırasında nasıl barbarlığa dönüştüğünü dile getiriyor8. Özellikle 4. Haçlı Seferi’nde Avrupalıların dikkatlerini Kudüs’ten daha ziyade Konstantinopolis’e yönlendirilmiş olmasını, onların zırhlarını giyip bir yerlere gitmeye hazır olmaları sonucuna bağlıyor. Yenilgiyle sonuçlanan seferlerden hızını alamayan Avrupa’nın Kuzey Haçlı Seferlerini düzenlemiş olmasını onların İslam olmasa bile Doğu’ya gitmek için farklı bahaneler üretmeye hazır olduğunu ama bu hazırlık aşamasının Kudüs’ün müslümanların eline geçtikten beş yüz yıl sonra ancak tamamlanabildiğini; İslam olmasaydı da farklı biçimlerde bu seferlerin mutlaka gerçekleştirileceğini düşünüyor.9 Günümüzde de bu bahanelerin Amerikan yönetimlerinin emperyalist hayallerinde kimi zaman sert kimi zaman yumuşak biçimlerinde tezahür etmesinden dolayı hem müslüman dünyasında hem de Rusya, Çin ve Latin Amerika gibi ülkelerde ABD karşıtı duygular yaratmasına şaşılmaması gerektiğini hatırlatıyor.10
Reform hareketlerinin istikrarsızlaştırdığı Avrupa’nın yaşadığı Otuz Yıl Savaşları gibi kanlı savaşların -dinle ilgili gibi gösterilmeye çalışılsa da- aslında tamamen devletler arasındaki güç savaşının bir neticesi olduğunu; emperyalist güçlerin bu savaşı Afrika’da ve Avrasya’da sömürgeleştirme politikaları ile çizdikleri yeni etnik sınırlarla hapsettikleri sömürgelere taşıdığını, buralardaki devletlerin de çoğunlukla sömürgecilik ve antiemperyalizm mücadeleleri içinde “yasadışı şiddet” kullanarak doğmuş (aslında doğutturulmuş olmalı) olduklarını11 ifade ediyor.
Çin, Rusya gibi ülkelerin islamla karşılaşmasını, onu sindirmesini ve dönüştürmesini belirli zamanlarda farklı süreçlerle anlatan tarihsel analizinden sonra bilimsel bir tanımı yapılmaktan uzak “ulus” kavramı etrafında etnik kimliğin öne çıkartılması ile neden bu ülkelerde de müslüman kimliğinin asimile edilmeye çalışıldığını “etnik gruplarla yaşanan sorunlar”la eklemliyor. Rusya’nın Ortodoksluğu resmi din olarak kabul etme sürecinden sonra yaşanan gerilimlerin ana kaynağının da yine Hıristiyanlık arasındaki kadim mücadeleden ve bu mücadeleye taraf olmayı seçen Rusya’nın kendini Üçüncü Roma ilan edişinden kaynaklandığını görmemizi istiyor. Ama bu istek neden Müslümanlara tam olarak baskı yapılma ihtiyacı hissedildiğini net olarak açıklayamıyor. Çin kültürünü benimseyen Uygurluların değil de İslam olan Uygurluların yaşadığı ayrımcılığın salt etnik kökenle izahına gidemiyor olması dönüştürme gücüne sahip olan İslam’ın kültürel/etnik kimlik ya da ulus kimliği ile izah edilemeyeceğini bize bir kez daha gösteriyor.
Müslümanların kendilerine şaşalı günlerini neden kaybettiklerini sormalarını “kendinize dert etmeyin sorun tam anlamıyla sizden kaynaklanmıyor” imâsı ile cevaplarken Müslümanların kendi sorunlarını islamlaştırmasının12 sağladığı olumsuz katkıyı da görmezden gelemiyor. Ancak bu katkının sömürge politikasının ve emperyalist yaklaşımların bir neticesi olduğunu görmesi kendisini bir çıkmaza sokuyor. Bu çıkmazı Batı’nın son iki yüz yıldır ürettiği bu politikalar ile Müslüman dünyasındaki karışıklıklarda rol aldığını görememesine ve politika yapıcıların13 gerçeklikten kopuk bir biçimde, bölgedeki insanların direnmeksizin Batı’nın Ortadoğu’daki stratejik hedeflerine boyun eğileceğini düşünmelerindeki tutarsızlığa işaret ederek aşmaya çalışıyor. İslam’a dinlerden bir din muamelesi yapıldığı, etnik ve kültürel bir öğe gibi yaklaşıldığı takdirde İslamsız bir dünyanın da bugünkünden farklı olmayacağı hayal edilebilir belki. Ama Washington’un Ortadoğu politikalarını oluştururken sanki İslam hiç varolmamış gibi hareket etmesi sorunların çözümüne ne kadar katkı sağlayabilir? Strateji uzmanı Fuller’in bu soruya verdiği cevaplar fazla beklenti içerse de dikkate değer14:
“Müslümanları son derece kızdıran batılı askeri ve siyasi müdahaleye son verilmelidir. Bu Amerikan ve Batılı güçlerin Müslüman topraklarından geri çekilmesi anlamına geliyor.
Terör eylemlerinin tespit edilip engellenmesi için istihbarat ile polis işbirliği yapılmalıdır. Bu her ülkenin kendi sorumluluğunda olmalıdır. İnsanları yabancı topraklardan taşıyarak istediği gibi yakalayıp öldüren ABD’nin değil… ABD, Amerikan yanlısı diktatörlere verdiği özel desteği geri çekmelidir.
Müslüman dünyasında demokratikleşmenin devam etmesine izin verilmeli ama uygulanmasında Washington kesinlikle aracı olmamalıdır. ABD demokratik süreçler altında Müslüman ülkelerinin büyük çoğunluğunda ilk seçimleri İslamcı partilerin meşru biçimde seçilecekleri gerçeğini kabul etmelidir.
Filistin sorununa acil çözüm bulunmalıdır. İsrail’in Filistin topraklarını sömürgeleştirme çabalarına son verilmeli ve Filistinlilere toprakları geri verilmelidir.
Ortadoğu’daki savaşlara harcanan paranın onda biri ile daha faydalı işler yapılarak ABD’nin imajı parlayabilirdi.
İslami (yerel) radikalizmin üstesinden gelinmesine ilişkin yalnızca (yerel) Müslümanlar çözüm bulabilecektir.”
Eski istihbaratçı ve belki de -Kur’an ve Peygamberimiz hakkındaki kısmi yorumlarını dikkate aldığımızda- yeni oryantalist Fuller’in sorunları tespiti ile, jeopolitik ve sosyal meselelerin mirasını devralan müslümanların –özellikle milliyetçiliğe evrilenlerinin- karşılaştıkları tüm sorunlarda sorunu islamdan bilmelerinin, Batı’nın ötekileştiren projelerinden olması bu topraklardaki tarihsel süreçlerin denkleminin allak bullak edilmesi anlamına geliyor. Çözüm olarak sunduğu maddeler bugün hemen hemen her herkesin altına imza atabileceği ve olması için seferber olabileceği çözümler. Ama neyse ki! tüm bunların muhatabı genelde Batı, özelde Amerikan yönetimleri… Yoksa Fuller’e göre eski ama aslında eskimemesi için herkesin elinden geleni kaptığı kemalist görüşün dahili mesele olan konuları “güvenlik meselesine” dönüştürme eğilimi15 olan “son kale” serüveni nasıl devam ettirilebilirdi? Mesela merak ediyorum İslam’sız bir dünyada Batı’nın Doğu’ya müdahalesiyle ortaya çıkartılan, kendi çıkmazlarından klonladıkları “hayali cemaatler”16 olan ulus devletler kendi etnik gruplarıyla yaşadığı sorunları farklı mecrâlara akıtabilirler miydi?
Fuller ne kadar çözüm önerse de içinde yer aldığı Avrupa/Batı medeniyeti yüzyıllardır yaptığı hatayı terkarlamaya devam edecek. Tıpkı imparatorluk hayalinin inanca baskın geldiği Osman’lının bütün müslüman bölgelerine ve özellikle Arap dünyasına emperyal kontrolü yaymak17 için yaptıkları işgaller gibi; tıpkı Berlin duvarının yıkılması ile biten süreç sonunda “şeytan imparatorluğunun” yerine İslam’ın koyulması gibi. Biz biliyoruz ki “Batının özellikle sınai ve askeri işbirliğinin kendi kimliğini korumak, kendi varlığını pekiştirmek ve siyasal ekonomisinin işleyişini sürdürmek için hâlâ bir şeytana ihtiyacı var.”18 Kitabın yazıldığı tarihten bu yana Batı tarafında amaç olarak hiç bir şey değişmedi ama meşruiyetini tamamen kaybetmiş olmanın verdiği öfke ile kendisini çok daha hızlı tüketiyor. Ne var ki karşısına çıkacak -en azından onların beklediği şekilde- bir İslam Dünyası henüz yok. Çünkü biliyoruz ki kendi mensuplarının tüm sabotajlarına/inkârlarına/imansızlıklarına rağmen İslam Medeniyeti insanlık için tek umuttur. Ve hâlâ Batı kendisini tanımlamak için Doğu’ya muhtaçtır…
M. Sami ZİNİ
1 Merak edenler için kitapta Türkiye’den on kez, İran’dan otuz kez, sünnilik ve şiilikten bir-iki kez bahsediliyor.
2Sy:326
3Sy: 11
4Sy: 22
5Sy: 35
6Sy: 70
7Sy: 103
8Sy: 113
9Sy: 120
10Sy: 159
11Sy: 311
12Sy: 205
13Sy: 290
14Sy: 322-326
15 Yeni Türkiye Cumhuriyeti, G.Fuller sy:203
16B.Anderson- Hayali Cemaatler
17 G.Fuller a.g.e sy:71
18Z.Serdar – Cenneti Arayan Adam