Endülüs’te Son Beste

Havadis vereyim, Endülüs’ten,

                                           dünyanın bildiği diyardan;

Din düşmanları, imansızlar onu

                                           nasıl köle ettiler kendilerine.

Zorladılar bizleri kendi dinlerine,

                                           istediler ki,

Dize gelip putlara tapalım

                                           biz de onlar gibi.

Koyun sürüsü gibiyiz, kurtların sardığı;

Çan sesleri ile çağırıyorlar bizi

                                           o iğrenç ibadetlerine,

Bizi öldürmeye and içmiş gözcüleri sardı çevremizi;

Kurtuluş yok ona, kim Tanrı’yı kendi dilinde överse!

Bulurlar onu bin mil uzakta olsa bile.

Artık karanlık zindandır yeri, yatağı ise toprak;

Bağırırlar “Düşün, düşün” diye,

                                           korkutmak için.

Yatar zavallı, kulaklarında hep “düşün” emri,

                                           gözleri yaşlı;

Karanlık zindanda, yok sabırdan başka teselli vereni,

Bu korkunç yerde bekletirler günlerce

Sürüklerler,işkence masasına bağlarlar,

                                           kırarlar kemiklerini

Sonra birikir alçak kafirler Attavbin meydanına;

Dikilir yüksek, korkunç darağaçları oraya;

O güne kıyamet derler;

                                    alay olsun, hakaret olsun diye,

Tövbekârların sarı cüppeleri giydirilmiştir 

                                    mahkum edilmeyenlere

Ama, ötekiler gider korkunç heykellerle birlikte,

Orada yakılmak için, alev alev yanan odun yığınına,

Ah, nasıl sarmış alevler gibi tehlikeler çevremizi;

Yeryüzünde tek bir işkence yok, 

                                    düşmanın bizden esirgediği…

  Sigrid Hunke’nin kitabında son sayfalarına aldığı bu satırlar, aslında aklını kullanan bir milletin, cehalete teslim olan nesillerinden “onların zalimleri” eliyle bize ulaşan son yakarışları…

  Bir zamanlar o kadar refah içindeydiler ki “hemen her Endülüslü yayan yürüyebilecekleri her yere katırla gidebilecek” seviyede idi ama maddi refah ve kalkınmışlık onları helâk olmaktan koruyamadı.

  Endülüs, en verimli dönemlerinde bile hep çalkantılar içinde. Bu durum tarihsel süreçlerinde sürekli karşımızda; fakat medeniyetlerinin izleri buna rağmen gündemimizi, hemen hemen tüm ilim alanlarında yetiştirdiği insanlarıyla, meşgul etmeye yetiyor da artıyor bile. Aynı meşguliyet hânedanlığın dünyanın bu köşesine taşınmasındaki siyasal yapıda ve bu yapının sonuçlarında nedense hamasi yaklaşımlarla karmaşaya kurban ediliyor. Halbuki karmaşıklık birbirinin kanını helal kabul eden iki hanedan arasında sıkışıp kalan müslümanlar için çok daha vahim sonuçlar doğurmuş. Halk içinde konjektüre teslim olanların, alimler içinde maslahat gözeticilerin, saray(lar)ın efrâdına sırtını dayaması, “kendini değiştiren toplumun” bireylerinin, gözlerinin kör, kulaklarının sağır, kalplerinin mühürlü olması aşamasına kadar gelebilmiş. Örneğin Endülüsteki Emevi “hanedanlıklarına mensup kişilerin hac maksadıyla bile sefere çıkmalarına, Abbasilerin eline düşme ihtimaline karşı mani olunmasına ve hacca gitmelerini mübah ve caiz görülmemesine1 dair hükmü verenler de bu toplumun müslüman alimleri! Allah’ın açık ayetlerine rağmen kardeş kanını siyasi tartışmalarla helal kılan zihinlerin bu topraklardaki uzantıları, medeniyetlerinin geldiği noktayı ileri götürme, ilim ve medeniyetlerini yayma dertlerine sahip olmadan, boğulacakları kanlarının ucuz hesapları peşinde koşmaları nedeniyle bölgesel güçlerinin günden güne zayıflamasına neden olmuşlar. Ve asırlar sonra bugün elimizde ham bir övünme ve acıklı bir ağıt mevcut. Tıpkı Vizigotların, Endülüs’ün eski sahipleri Vandallardan ele geçirdikleri topraklarla övünmelerindeki trajedi kadar vahim durumdayız. Özellikle son bir kaç yıldır yeniden peydahlanan ve islami(!) cenahın da sahiplendiği, dibine kadar milli argümanlarla, asabiyeye hizmet eden söylemlerle, gönülleri gıdıklayan heyecanlar yaratılıyorken, Endülüs’ü hatırda tutmakta ayrıca fayda var. Bu heyecanların merkezinde yer alan tüm medeniyetlerden acı tatlı kalıntılarından başka bir şey yok. Yok olmalarının da en büyük nedeni kavmiyetçilik ekseninde saplandıkları bataklıkta Allah’ın yasalarına rağmen ayakta kalmak uğruna takındıkları anlamsız hastalıklar. Bu hastalıkların sirayet ettiği kavimsel yaklaşımlara da yalnız bizim medeniyetimiz sahip değil. Bölgemizdeki güçlerin hayalleri ekseninde şöyle bir düşünürsek çevremizde yer alan devletlerin toplumsal dinamik olarak gördükleri etkenlerin de medeniyetleri için ellerinde bir dinamit gibi durduğunu görebileceğiz. Büyük Türkiye denkleminde Osmanlı’yı ya da Turan’ı hayal eden kafaların İran’daki karşılığını Büyük Pers İmparatorluğu’nda, Rumlardaki karşılığını Pontusda, Yunanistan’daki karşılığını Büyük Roma İmparatorluğu’nda, Rusya’da karşılığını Büyük Rus İmparatorluğu’nda görebilirsiniz. Bunun sonunun olmadığını öğrenmek için “büyük imparatorluklar tarihini” kısa bir okumaya tabi tutmak bile yeterli olacak. Buralarda hiç bir çocuk düştüğü yerden kalkamadı. Zira biz Allah’ın yasasında hiç bir zaman değişiklik” bulamayacacağız. Kendilerini ya da kendilerinden önceki medeniyetleri İslam’ın kalesi olarak görenlerin öncelikle zihinlerine abdest aldırmaları gerekmekte. Kıyamete kadar var olacağını düşünenlerin yerlerinde bugün yeller esmekte. Nice güçlü toplulukları” yok oluşa sürükleyen tüm yasalar tıkır tıkır işlemeye devam ediyor.

  Öyle ya da böyle değişiyoruz…

  Toplumsal ve bireysel değişimlerin, kurumlaşmış yapıların da dinami(k/t)lerinden olduğunun farkına varmak gerekiyor. Yoksa biz de “Endülüsteki vuslat zamanı”nı ağıtlar yakarak bekleyip duranlardan olacağız. Ve biz, kıyamet gününden önce yok olacak topluluklardan bir topluluk içinde yaşadığımızın farkında olmadığımız her an Endülüs’ün kavmiyetçiliğe teslim olmuş kalelerinden düşen ilk taşlar gibi düşmeye devam edeceğiz.

M.Sami ZİNİ