Devletlerin Akıl Tutulmaları: Vicdansız Hesaplar
Medyasal araçların dünya üzerinde yaşananları tüm gerçekleriyle bizlere sunmadığını biliyoruz. Aynı araçların bizleri nasıl yönlendirdiklerini, zalimi mazlum, mazlumu zalim gösterdiklerini de iyi biliyoruz. Brezilyalı Hacı İsmail’e, katledilen Muhammed Durre’yi yahudi, katledenleri de Müslüman* olarak yansıtan da aynı araçlardı. Alman nazi kamplarından hiçbir farkı olmayan Guantanamo gibi vahşet kampları da aynı şerbetle sunuldu önümüze. O kamptan sağ kurtulan Murat Kurnaz’ın yaşadıklarını yazdığı kitap da, yaşadıklarının anlatıldığı film de öylece silinip gitti gündemden. Buraya kadar olanlar bizim kabule zorlandırıldıklarımızdan. Ama kitapta ismi geçen Gail Holford’un hayali bir karakter olduğu, böyle birinin asla var olmadığının egemenler tarafından iddia ediliyor olması da bir o kadar ilginç. Bu işkence görevlisinin kurgusal bir karakter olduğunun vurgulanması ve Murat Kurnaz’ın hayal dünyasına vurgu yapan ithamlara rağmen Amerikan’ın Guantanamo’da yaptıkları düşünüldüğünde ve bunun gibi yerlerde yapılabilecekleri de tahmin edildiğinde yalnızca suçlamaları gizlemek için kişilerin örtbas edildiğine inanmakta zorlanıyoruz. İnsanlık dışı kamplarda yer alan görevlilerin gerçek isimlerinin kullanılmaması gibi bir ihtimal olmasına rağmen direkt kurgusallığın ön plana çıkartılması, Holford’un kurgusal karakterliğinde mutabık kalınmış olması bile bir şeylerin üzerinin kapatılma telaşını eleveriyor gibi.
Kitapta ismi geçenlerden Geoffrey Miller’ın1 insanlık dışı uygulamaların kumandanlığını yaptığının dünya kamuoyunda bilinmesi de Holford’un kurgusallığına gölge düşürüyor. Miller’ın “gelişmiş sorgulama teknikleri” konusunda uzman olduğu biliniyor. Bakmayın böyle teknik bir isme sahip olduğuna açık açık “işkence uzmanı” demek gerekiyor. Zaten kendisi de aşırı işkence yöntemini savunduğunu gizlemeyecek kadar pişkin. Üstü kapatılan James Yee skandalında baş rollerde olan Miller, gardiyanlara işkence etme emri verdiğini reddetse de Kurnaz’ın anlattıkları ile uyuşan yöntemlerin uygulama emrini verdiği konusunda kamuoyunda yine üstü kapatılmış bir fikir birliği var. Eski Hapishane komutanı Janis Kaprinski, Miller’ın mahkumlar hakkında “eğer herhangi bir noktada bir köpekten daha fazlası olduklarına inanmalarına izin verirseniz o zaman onların kontrolünü kaybedersiniz” dediğini iddia eder ama Miller bu iddiayı da reddeder. Pek tabi ki emekli olan Miller (Guantanamo mahkumlarının taktığı isimle Bay Tuvalet2) Seçkin Hizmet madalyası ile ödüllendirilir. Peki Miller bu kadar açık verirken Holford neden kurgusal bir karakter olarak kalır? Gerçekten Murat Kurnaz ismini hatırlamadığı ve sormayı unuttuğu diğer gardiyanlarda olduğu gibi bu ismi de öylesine mi anımsıyor? Yahut Müslüman mahkumlara verdiği takma isimler gibi takma bir isim uydurdu bunu da kitabında belirtmeyi unuttu ya da sonrasında buna kendisi de mi inandı? Yoksa kurgusal karakterimize “Almanlar yahudilere neler yaptı biliyor musun, işte aynısını biz de size yapacağız”3 sözlerini söyleten ideolojisi tarafından koruma altına mı alındı? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek gerçek, zalimlerin ellerine ayaklarına dolanan tüm açıklarına rağmen zulümlerini pişkinlikle devam ettirebildikleri.
Murat Kurnaz beş yıllık esaret sürecini anlatan filminin galasında şöyle demiş: “Bence film iyi yapıldı… Yalnız seyirciler bakamaz, bakmak istemez diye birçok işkence sahnelerini göstermediler, bu doğru! Guantanamo’dan çıkıp, sağ-salim gelen bir ben varım yani. Bunun içinde Allah’a şükrediyorum tabii. Benim oradan çıkmamla her şey bitmedi, devam ediyor. Guantanamo hâlâ var. Hâlâ işkence görüyorlar ve Guantanamo gibi 21 gizli hapishane yeryüzünde yayılmış, yani insanlara işkence edilmekte. İnsan hakları kuruluşları ile sık sık beraber çalıştığım için bu gizli hapishanelerden tabii ki ben haberdarım ama dünya bunu bilmiyor. Ve bu gibi hapishanelerde insanlar kaçırılıyor, işkence ediliyor, öldürülüyor, yani orada ya öbür boyu yatıyorsun ya da işkence altında ölüyorsun. Bu hapishaneler böyle. Ve bunları gündeme getirmek, bunları unutturmamak, bunları insanlara hatırlatmak benim görevim.”
Onlarca gizli hapishane ve binlerce insan…
On altı yaşında Afganistan’da insani yardım faaliyetlerinde koştururken tutuklanan Yasser Talal Al Zahrani4 ise Kurnaz kadar şanslı değildi. İntihar süsü verilerek öldürüldüğünde 21 yaşındaydı. Kurnaz’ın kitapta da ifade ettiği gibi dikenli teller arasında, ABD’nin demokratik seçimli! siyasal sürecine müdahale edilmek için harcayabilecekleri bir çok mahkûmdan biriydi.
Kurnaz, ailesinin ısrarlı takibi ve Alman vatandaşı olması nedeni ile beş yıl gibi kısa bir sürede tutsaklıktan kurtulabilmiş. Amerika’nın başlattığı Teröre Karşı Küresel Savaş(!)ta yer alıp bu durumdan kâr hesaplayan hükümetlerden biri olan Almanya masum olmasına rağmen “Bremen Taliban”ı olarak etiketlenen Kurnaz’ın kendi topraklarına değil de Türkiye’ye postalanmasını istemiş. Sonrasında bunun temel nedeninin Alman görevlilerin Amerikalıların gözetiminde katıldıkları işkencelerin ve kötü muamelelerinin ortaya çıkma endişesinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Zaten Kurnaz da Almanya’ya döndükten sonra hükümet ve ordu aleyhine verdiği ifadelerden dolayı sorgulanıyor.
2001 yılı…
Kurnaz için her şeyin başladığı zamanlar… Afganistan’da zalimlerin cirit atmaya başladığı ve gözlerimizin önünde on binlerce Müslüman’ın katledildiği yeni dönemlerin başlangıcı… Ülke olarak biz farklı gündemlerle meşgulüz ve yine dünyayı kendimizden ibaret görüyoruz. Kurnaz’ın yaşadıkları ve anlattıkları bile bize “devlet ayıbı” olarak yetiyor. 2003 yılında Kurnaz’ı ziyarete giden! Türk ajanlar var. Bu ajanların orada olmasının temel nedeni Türkiye’ye gönderilme süreci ile ilgili. Ortada salınacak bir mahkûm var. Peki bir mahkûm neden salınır? Suçsuz olduğu ya da suçu kanıtlanamadığı için… Bizim şaşalı ajanlarımız neden orada peki? Kurnaz’ın suçsuz olduğuna inanmak için mi, onun ülkeye kabulünün araştırılması için mi? Biraz uzunca olacak ama Kurnaz bizim ajanları(!) ve karşılaşmalarını şu şekilde anlatıyor: “Sorgu odasında üç kişiydiler, üçünün de Türk olduğunu girer girmez anladım. ‘Nedir bu böyle? Hiçbir Türk’ü karşımda böyle zincirlenmiş göremem! Böyle şey olmaz, hemen gardiyan çağırın!’ dedi adamlardan birisi. Türkler kadar rol kesmeyi hiç kimse bilemez. İster istemez gülümsedim. ‘Bu bir Türk vatandaşı, bir kardeşimiz, hayır, böyle bir şeye bakamam’ dedi koyu renk saçlı olanı. Eliyle gözlerini kapattı. ‘Hemen zincirlerini çözün’ Bir ağlaması eksikti. Gardiyan geldi, ellerimdeki kelepçeleri çıkarttı, ama ayaklarımdaki zincirleri yerdeki halkaya bağlı bıraktı. Ne aptallık! Gülmem geldi. Harika bir gösteri, diye düşündüm, bunu önceden kararlaştırmış olmalılar! Türk yanıma yaklaşıp elimi sıktı sonra da iki yanağımı öptü. ‘Kendini nasıl hissediyorsun? Nasılsın? Gözlerime inanamıyorum bakalım burada başka neler göreceğim?’ Adam sakinleşti ve yerine oturdu. Bana kendini tanıtmadı. Tek ses çıkarmamış olmalarına rağmen, öteki ikisine susmalarını işaret etti. Ve bana bir iki soru sorması gerektiğini söyledi. Nerede tutuklandığımı öğrenmek istedi. ‘Pakistan’da. Tutuklanmadım bir kaç soruya cevap vermem için otobüsten inmem rica edildi, ben de indim’ O anda Türk’ün ses tonu değişti. ‘Bu da nasıl bir yalan!’ Bağırmaya başladı ‘Bu kadar zahmete girip buralara kadar gelelim, daha ilk soruda yalana başlıyorsun, öyle mi? Eğer sana yardım etmemizi istemiyorsan, karar senin. Terörist olmaya nasıl karar verdin?’ ‘Ben terörist değilim’ ‘Tabii ya nesin? Terörist olmasaydın, burayı boylamazdın! Burada hepiniz teröristsiniz” Adam ayağa kalktı, tehdit edercesine yumruğunu kaldırdı. Oysa beni hiç korkutamamıştı. Tam tersine öfkeden köpürüyordum. ‘Buraya bana yardım etmeye mi geldiniz, yoksa beni aptalca kızdırmak içim mi’ diye sordum. ‘Eğer bütün hayatını burada, Guantanamo’da geçirmek istiyorsan bize vız gelir. Biz sorularımızı sorup gitmek niyetindeyiz. Gerisine Amerika karışır. Burada bizim sözümüz geçmez.’ Öteki ikisinin ağzından tek kelime çıkmamıştı. O bunu söyler söylemez nerede bulunduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığı duygusuna kapıldım. Ona tutuklanmamdan, Guantanamo’daki ve Kandahar’daki işkencelerden bahsettim. Üçü bir süre dinledi. Ardından sözcüleri kabaca sözümü kesti: ‘Ne sandın ya? Yoksa Türk hapishanelerinde sana daha iyi muamele edileceğini mi düşünüyorsun?’ O zaman anlattıklarımın umurunda olmadığını anladım.”5 Kurnaz daha sonra bu üçünü Amerikalıların yanında katıldığı sorgulamada da görür ama aralarında bir diyalog geçmez. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu ama o bir Müslümandı. Türk, Alman ya da zalim ABD elinde işkenceye mahkum edilmiş bir insan olması kimseyi ilgilendirmiyordu. Bizim ajanların Amerika hakkındaki görüşleri de devletimizin tutarlılığını ve aklını yansıtması bakımından tarihi bir kayıttır aslında. Kurnaz bu adamlara yemeklerine tükürüldüğünden, battaniye kullanımının bile kuralsız kurallara bağlı kılındığından, sürekli dayak ve işkencelerden, doktorların tutuklular öldü mü yoksa bir süre daha işkenceye dayanırlar mı diye kontrole gelmelerinden bahsetmiş olmasına rağmen ve bu adamlar oraya Kurnaz’ın Almanların sorunu olarak kalmasına karar vermek üzere gönderilmelerinin hakkını sonuna kadar vermişler. Peki bu kararı Türkiye’de kimler vermişti ya da onaylamıştı? Orada yer alan görevliler kimlerdi? Alman ajanların Kurnaz’a karşı takındıkları tavır ve muameleden sonra Almanya’da soruşturma geçirmiş olmalarına rağmen Türk ajanların bu tutumları Kurnaz Türkiye vatandaşı olmadığı için mi hiç gündeme getirilmedi? Mesela bir gün Kurnaz bu adamlardan birini görüp tanısa ne olur? Kurnaz’un bu iddiaları doğru mudur? Yanlış ise neden hiç ses çıkartılmadı? Sadece merak…
O yıllarda Müslümanlar birbirlerini ABD’ye üç bin ila beş bin dolar arasında satarken biz yüreklere düşen tüm bombalardan habersizdik… Piyasalara düşecek milyar dolarlar gündemimizi fazlası ile meşgul ediyor ve heyecanlı siyasal/politik süreçlere mahkum ediliyorduk. Ama devlet aklı hep aynı mantıkla çalışmaya devam ediyordu.
Evlenerek hayatına çeki düzen vermeyi planlayan, eşine layık, İslam’ı bilen bir adam olmak adına Pakistan’da hızlandırılmış eğitim almak için yola koyulan bir adamın yanlış zamanda yanlış yerde olması ile başlayan macerası ve belki de yola çıktığı arkadaşının abisinin söylemleri ağır sonuçlar doğurmuştu. Beş yıl sonra döndüğünde uğruna yollara düştüğü planlamalarına dahil olanlar bir çok tanıdığı gibi artık yoktu. Burada sorulacak çok soru var. Mesela neden Pakistan ve neden böyle bir yolculuk? Almanya’daki Müslüman cemaatler o yıllarda nasıl bir durum içindeydiler? Arayış içindeki bir insanın durumunu sorgulama ve yargılama hakkına sahip değiliz elbette ama bunun için belki de Almanya vatandaşı olanların Müslüman kimlikleri üzerinden düşünmek daha doğru olacaktır. Kurnaz’ı satan Müslüman Polis, onu sorgulayanlar, Amerikalılara teslim edenler, Gail Holford, Miller, Alman ve Türk ajanlar; esaret altında ona her türlü işkenceyi ve zulmü revâ görenler tek bir milletin fertleriydiler. Bu millet bugün de aynı piyonları ve adamları ile karşımızda. Biz yine aynı yerimizde, aynı havamızda son kalemizde islamsız kalmakla tehdit ediliyoruz. Ama soramıyoruz bu kalenin hangi sathında İslam vardı ki onsuz kalacağız veya İslam bu kalede kalmaya razı mıdır?
İsmini bildiğimiz ve bilmediğimiz bu tür kamplarda Müslümanlara işkenceleri yapanların ruh hallerini düşünmek bile insanlık adına karalar bağlamamıza yetiyor ki bir de o işkencelere dayanan, sabreden ve direnen insanlar var; ve dayanamayıp dar-ı bekâya gidenler… On sekiz koca yıl içinde ne değişti dünyada? Dünyada ve ülkemizde..? Tüm bunlar olup biterken bizi Bosna’daki duyarlılıktan, Çeçenistan’da atan kalplerimizden, mazlum coğrafyaların halkları ile dolup taşan dualarımızdan nasıl uzaklaştırdılar? Bilmiyoruz!
Kurnaz ne kadar gündem oldu bu ülkede, al-Zahrani’yi kimler hatırlar? Bir türk(!) sırf ABD “terörist” dedi diye beş yıl işkenceler altında inliyor. Bu ayıp bile bize yıllar sonra yüzüstü bırakılan Mavi Marmara için “devlet aklının” nasıl işleyeceğini gösterebilmeliydi. Ve bir de Muhammed Abdulhafiz vardı! Zalimlere uçağa kelepçelenmiş bilekleri ile bindirilerek teslim edilen ve arkasından onlarca hikaye ile devlet aklının aklanmasına çalışılan ve şimdilerde unutulmaya yüz tutan Müslüman baba… Belki de bu yüzden artık kırklı yaşlarında dile getirdikleri söylemlerini pratiğe dökmek için fırsat yakalamış olanların konjonktüre sığınarak harcadıkları yıllarının acısını, yetmişli yaşlarında hoşumuza giden söylemlerle çıkartmaya çalışıyor olmaları inandırıcı gelmiyor. Ne harici düşmanların varlığı ne de dahili ihanetler olgunluk dönemindeki sözlerin çiğnenmesini mazur gösterebiliyor. Sanırım bunlara inanarak kendi sorumluluğundan kaçıp harici sığınaklara sığınan bu ülkenin Müslümanları için de tarih hep tekerrür edecek…
*-Ömer Karataş, Düşünsel Sancılar Sy:182
1-Hayatımın Beş Yılı, Murat Kurnaz Sy:155
2-Sy:172
3-Sy:79
4-Sy:192
5-Sy: 145