Minarenin Kılıfı Bu Çuvaldıza Dar Geliyor
Minarenin Kılıfı Bu Çuvaldıza Dar Geliyor
M. Sami Zini
Modern orduların ahlakını ne belirler?
Orduların ahlakı var mıdır?
Merkezi kurumların ‘görev ahlakı’nın sınırı nerede başlar ve nerede biter?
Bu sorulara cevap vermeye çalışmak, sömürge sonrası direnişini milliyetçilik üzerinden yürütmüş veya sömürgecinin argümanlarına sığınarak ‘milli’ duygusallığı içselleştirmiş her ülkede bazı tabulara söz söyleyebilmeyi gerektirir. Bunun sonucunda yapıştırılması muhtemel etiketlerin tümünün de yine aynı kaynaklardan beslendiğini izah etmeyi ise bu kısa yazı barındıramaz.
Bu yazının asıl muhatapları bugün Siyonist katliama söz söyleme erdemini gösterenler ve içlerinde “azıcık” da olsa milliyetçilik olması gerektiğini düşünenler. Bu azıcığın yüzde oranını hesaplamaları imkansız olduğu için rakamlar üzerinde durmayacağım. Biliyorum ki yukarıdaki görsel pek çoğunu rahatsız edecek. Yine biliyorum ki “aynı şey mi” diye başlayan ve “ama”larla devam eden; ‘ak’lamayı hedeflediği kadar ‘bahane’ üretmeye çalışan pek çok cümleler kurulacak.
O zaman derdim ne?
Said Çekmegil “Milliyet Anlayışımız”da, milliyet kavramını tartışırken “milliyet, ‘Auguste Comte’un. Durkheim’in J.J. Rousseau’nun, Machiavelli ve benzerlerinin dedikleri değil’ diye uzun uzun izahlara girmeyeceğim” diyerek konunun asıl tartışılması gereken zeminine dikkat çekerken, “bir çoklarının hissi olarak inandıkları milliyeti teşkil ettiklerini zannettikleri unsurlar bugün Batılı bir anlayışla dahi çürütülmektedir”1 diyerek çekilmeye çalışılan farklı zeminlerin tutarsızlığını ortaya koyar.
Kavramları yerlerine oturtma gayretine rağmen bugün ‘millet’ kavramına ‘kavim’ anlamı yüklenmekte ve dondurucudan çıkarılmış hâli ile yine ırk üzerinden esası olmayan ve kusurlu bir temele oturtulmaktadır. Bu nedenle ırkçılık ve milliyetçilik kendi ortaklıklarını cahil kitlelerin söz söylediklerini zannettikleri orta oyunlarında farklı fraksiyonlarla örtüştürerek kitleleri uyuşturmaktadır.
Burada, dünyanın en Faşist Ahlaka sahip ordusunun katliam haberleri arasında, temel bir ahlakı dile getirmek; faşist ahlakın dozunun ayarlanmasının imkansız olduğunu bilmek ve milliyetçilik üzerinden yeşeren neo-Faşist ideolojilerin hissedilen gölgesine değinmek istiyorum.
Köle Olmayacağız’da Rahmetli Aliya, Avrupa mamülü olarak isimlendirdiği faşizmin yanına “rasizm ve aşırı milliyetçilik” parantezini açar. Bunun sahibi kendisi midir yoksa çevirenlerin inisiyatifi midir hep merak etmişimdir. O satırları okurken kendi döneminin başka bir açmazı olarak bolşevizmi de zikrettiği için bu parantezi vurgulamış olma ihtimali bende ağır basar. Ancak bugün, günümüzde, bu dozaj meselesi bir sorundur.
Ulus-devlet bağlamı, “karşımızdaki bir Batı” olarak durmaktan hızla içimizdeki Batı hâline geldiğinden beri sınırlar arasındaki geçirgenlik modern dönemin olağanlaştırılmış tüm rolleriyle kılcallarımıza kadar işlemektedir. “Sekülarizmin çocukları”nın tarih sahnesindeki yerleri her ne kadar kendileri kabul etmese de ırkçılık temeli üzerine yükselmektedir. Bu trendin Türkiye özelindeki yansımalarını tek tek zikretmeye gerek yoktur. Hâlbuki faşizmin kendisini kabaran tüm damarlarıyla beraber görmek gerekir. Nazizm eski damarlardan biridir, siyonizm eskiyen başka bir damarı; faklı şekillerde filizlenmiş olsalar da Kemalist milliyetçilik ve Turancı milliyetçilik ise daralan damarlarıdır. Başına eklenecek tüm ekler hitap ettiği kitlenin nabzının şerbeti olarak bu damarlardan akmaktadır.
Hangi damara sahip olursa olsun temel argümanları hınç ve saldırıdır. Hınç kazanım ve elde edilmişlikler ya da kayırılmış olanların nezdinde şekillenen nüfuza ve salahiyetlere sergilen saldırının arka planıdır. Saldırıya dönüşme ihtimali yüksek olsa da önlenebilir ve onarılabilir olması nedeniyle sürekli taze tutulması gerekir. Saldırıya dönüşmüş olan hınç, başta hangi saike sahip olursa olsun nihayetinde sınıfsal ve ideolojik üstünlük yahut haklılık temeli üzerine oturduğu zeminden kalkmakta, sömürgecinin diline evrilmekte ve insanları tasnif edilebilir kılmaktadır. Sınıfsallığın içine İnsanın Birliği’ni dağıtan tüm farklılaştırmaları, haklılığın içine ise ideolojilerinin ve dünya görüşlerinin kaynaklarını ve yorumlamalarını dahil etmektedir.
Küreselleşmenin ve kapitalizmin de bu damarlara bağlı olarak durmadan ilerleyen bir egemenlik barındırdığını ve faşizmin başka bir kanını taşıdığını görebiliriz. Ali Şeriati’nin tespitiyle faşizmin, en başta baş kaldırıyormuş gibi göründüğü sömürü düzeniyle, son tahlilde kapitalizm ortak paydasında bir araya gelmiş olması her ikisinin de karşısına dikilen ortak ‘düşman’ nedeniyledir. Bu düşman değişkendir; bir dönem işçi sınıfı olarak dönemin ideolojik boyutuyla öne sürülmüş olsa bile sonradan sınıfsallığın salt bir görüntüsü olduğu anlaşılmıştır. Bugün gördüğümüz gibi sermayedara başkaldırmanın popülerliği, uysallaşmak için kanalize edilebilir hâle getirilmiş ve sınırları çizilmiş devletler öncülüğünde kurulan uluslararası kurumlara bu kanallar aracılığıyla iknâ edilmiş kitleler olarak akıtılmıştır. Bu kurumların bugün sömürge sonrası yeni sömürgeciliğin öncüleri olmasını yadırgamamak gerekir. Faşizmin bu başkaldırılar sırasında geçirdiği düşünülen evriminin; ve ırkçılığın silindiği zannedilen etkisinin görmezden gelinebilecek kadar böyle olmadığı ortadadır. Kendi içlerinde bir kıvılcım, hemen hemen Avrupa’daki tüm devletlerde iktidarlar bağlamında parlamaktadır. Ukrayna savaşının terbiye ediciliğinin de hızlandırdığı bu ısınmanın kârlı çıkan tarafı ise yine Amerika gibi görünür. Oysa Amerika’da da yenilenmiş kilisevâri ekoller üzerine oturan hantal yapısıyla, kendini gizleyemeyen bir barbarlık yükselmekte ve kitleleri içten içe kemirmektedir.
Kapitalizmin yeni paydaşlık üzerinden süre giden kader birliği Sömürgecinin tutunacağı dalları kaybetmemek için her şeyi yapabileceğini bize göstermişti. Liberal demokrasinin faşizme karşı bir karşı duruş olduğu tezi ise Filistinlilerin topraklarının işgali ile çok önceden çökmüştü. 2023 Soykırımı ile sömürgeciler kendilerini artık çekinmeden Faşizmle özdeşleştirdiklerini tüm kurumsal hiyerarşileriyle itiraf ediyorlar. Tabi adını başka şekillerde telaffuz ederek. Yeni isimlendirmeleri bilmemek, katledilen insanların ve çocukların, çevrimiçi faşizmle iç içe dolaşıma sokulmasına rağmen suskunluklara, baskın egemenlerin desteklerine, Amerika gibi uydu devletleri de sömürgecilerinin egemenliği altında doğrudan soykırıma dahil olabilmelerine hayret etmeyi getiriyor. ‘Bu nasıl olabilir’ sorusunu hâlâ soranlar, Giorgio Agamben’ın bu zihniyetin değer yargısını özetlediği şu satırlarını dikkate almalılar:
Bugün siyaset hayattan başka değer tanımıyor (dolayısıyla hayattan başka değersizlik de tanımıyor); bu gerçeğin içerdiği çelişkiler giderilene dek, Nazizm ve faşizm asla hayatımızdan çıkmayacaktır.2
İşte burada iğne ve çuvaldız meselesi gündeme geliyor.
‘Ne mutlu’ ile devam eden ve ‘en iyi Kürt’ üzerinden ‘en iyi Arap’ ayrımcılığına kadar uzanan bir çuvaldız bu. ‘Tamam bunları tasvip etmiyoruz’ ile başlayan ve ‘ama’ ile devam eden tutarsızlıkları dikmeye muktedir olacak bir çuvaldız aslında.
Allah’ın ayetleri olan ırkı, dili, cinsiyeti yok sayan ve kurumsal olarak bunu tüm gücü ile destekleyenlerin Sömürgecinin ekmeğine sürdüğü yağları, onlarla beraber kazımak için çuvaldızı batırmaya cesaret edebilmektir derdimiz.
Bu çuvaldızı, dili, “insanın insana üstünlüğü yoktur” diyen ama arkasından eylemleri ve hayatlarıyla, davranışları ve mimikleriyle bunu iliklerine kadar reddeden, kendini nispet ettiği Din’in ahlakını değil, barbarlığın ahlakını kuşanarak ürettiği terimlerin güzelliğiyle keyiflenirken sömürgecisinin kölesi olarak çaldığı minareyi dikecek iğnelerinin kalmadığını göremeyenlerin gözüne sokmaktır.
Bu satırları yazarken Mehmet Görmez’in Endülüs üzerinden Gazze soykırımını okuduğu bir videosuna denk geldim. Orada deniz gücü ve Cem Sultan üzerinden geriye dönük bir tarihi okuma yapıyordu. ‘Fatih’in Cem Sultan yüzünden Endülüs’e yardıma gidemediği’ şeklindeki siyasal bir yorum günümüz siyasalı bağlamında tam da Agamben’in vurguladığı siyasete katıksız bir örneklik teşkil ediyordu.
Bugün de “islam ülkelerinin(!) başında Cem Sultanlar olduğu” için bu halde olmamıza olan vurgusu bugün Fatih’in kim olduğu sorusunu peşin peşin sormamızı ya da ‘şu Cem ne Sultanmış arkadaş’ dememizi gerektirmez mi mesela? Bu cevapları vıcıklaşmış ve malum soruların dışında, Görmez Hocanın atladığı bir konu var ki o da, Osmanlı’nın çöküş başlangıcının İstanbul’un fethi olma gerçekliğidir. Deniz gücü konusuna ise hiç girmesem daha iyi. Zira romantizmin kucağında bugün tabular ve tabutlar hâlâ iç içedir. Maalesef kutsallık ve ecdâd edebiyatı bu tabutlar üzerinden yürütülmektedir.
Yukarıdaki resmin beslendiği kaynak ise icrâ edilen gücün ve göstergelerinin merkezinde saldırılanın ve alt edilenin kimliğinin aynı çuvala doldurulmasına, yeniden kimliklendirilmiş ‘düşman’lar olarak ‘insandışı’laştırılmasına ve onun mekanlarının alt edilmesine örnektir sadece. Mekanların kimliği bile başlı başına yerinden edilmenin ‘düşmanlaştırılmış’ öteki üzerinden hıncını ele verir.
Velhasıl bugün neo-Faşizm olarak yeniden parlayan, kendi ahlakını üreten postmodernitenin raf ömrü yenilenmiş faşizmi ve demokrasisi, ‘milliyetçilik’ maskesini taktığı yüzsüzlüğüyle pek çok coğrafyada karşımızdadır:
“Milliyetçilik yine kargaşa ve anlamsızlık deneyimine karşı cazip ama korkutucu bir panzehir haline geldi: on sekizinci yüzyıl Batı Avrupa’sının evrensel olarak seküler, materyalist ve barışçı uygarlık rüyasının yoğun nüfuslu dünyasında beklenmedik ölçüde kavgacı ve gürültücü bir düş kırıklığı.” 3
Peki çözüm mü?
Modernliğin
ve milliyetçiliğin nereden ve nasıl palazlandığını
anlayabilenlerin, tâbi olduklarını iddia ettikleri vahyin izinde,
dünyada, insanın insana üstünlüğünün kriteri ve oranı
olmadığını kabul etmeleridir. Yani, dinlerden bir din olmayan
islamdır; yani temellerinden biri İnsanın Birliği olan Tevhidi
Dünya Görüşü’dür.
1M. Said Çekmegil – Milliyet Anlayışımız
2Kutsal İnsan – Giorgio Agamben,
Aynı kitapta “İlk olarak ortaya çıkan siyasal unsur, yalın doğal hayat değil ; ölüme maruz bırakılan hayattır (çıplak hayat ya da kutsal hayat)” der Agamben ve “insanın doğal hayatının her geçen gün biraz daha iktidar hesapları ve iktidar mekanizmalarına dahil edilmesine” vurgu yapar. Modern demokrasilerde kutsal hayatın ortadan kaldırılmayıp parçaladığını ve siyasal çatışmaların nesnesi haline geldiğini belirtir. Kitabının sonuç tezlerinde ulaştığı ikinci tez “Batı siyasetinin ta başından beri bir biyosiyaset olduğunu ve dolayısıyla da , siyasal özgürlükleri vatandaş haklarına dayandırma çabalarının nafile olduğunu”dur. Bu durum başlı başına tasnif edilebilirliği ve tasnif etme hakkına sahip olanların kimlikleri üzerine bize yeterli ipuçlarını verir. Böylece aslında Gazze özelinde ama aslında sömürgelerin genelinde öldürülen masum insanların “içeridekiler ve dışarıdakiler” tanımlaması bağlamında siyonist faşist liderlerin dilinde “insan ve insan olmayan/hayvan” sınıflandırmasını anlamamızı sağlar.
3Öfke Çağı – Panka Mishra