Demokrasi: Çılgınlık Demosu
Demokrasi: Çılgınlık Demosu
M. Sami ZİNİ
Bir görselin herkesin zihninde uyandırdığı bambaşka anlamlar olduğunu yeniden görmüş olmanın gerektirdiği bir izâh:
İngilizce “Democracy” ifadesi sadece bir harf değişim ile “Demo Crazy”ye dönüşmüyor elbette. Başlı başına mevcut sistemler içinde gerçekten bir çılgınlığa sahip olması açısından da bu dönüşümünü tamamlıyor.
Burada demokrasinin tarihini ya da ne olduğunu anlatmaya ve bir hüküm vermeye niyetim yok. Yalnızca hemen hemen her kavramda olduğu gibi aslını ve itibarını yitirmiş bir kavram olarak demokrasinin farklılığına, farklılaşmasına detaylarına girmeden şöyle bir değineceğim.
Demokrasinin “halkın iradesi” olduğu söyleminin bir gerçeklik payı olduğunu yadsıyamam. Ancak bunu “irade”yi bugünkü anlamıyla, yani maniple ve suistimal edilmiş hâliyle yahut farklı etkenlerce yönlendirilen “seçim”lerin çoğulculuğunu kastederek kullanmıyorum. Yeni bir anlam yükleme yahut güzelleme yapma gayem yok veya demokrasiyi tarihsel sürecinden öncesi ile anarak aklama derdim. Burada, olması gereken “halkın sistem tercihi” manasında, “irade”nin çoğunluğun tercihi doğrultusunda, yani “bir ülkede ya da bir bölgede yaşayan insanların kendi dünya görüşlerine uygun olarak idare edilmek istedikleri sistemi” seçmeleri bağlamında değerlendiriyorum.
Peki bunun neresi yanlış? İnsanların yönetilmek için sistem seçimini değil de sistem içinden birilerini seçmek için belirli aralıklarla tek bir anlığına tercihte bulunmalarına “demokrasi” maskesi giydirilmesi tam bir manipülasyon örneği. Seçkinlerin ve seçilmişlerin oligarşisine dönüşen ve çoğunluğun iradesi adı altında “çoğunluk” tamının “cumhur” ekseninde bir yerlere oturtulmasının ise mevcut sistemlerin korunmasından başka bir amacı yok. Yani “cumhuriyet” tam bir yalan. Belki “elitiyet” adını verilecek bu mekanizmanın demokrasinin arkasına sığınması da anlaşılabilir bir durum zira tüm dünyada bu mekanizma bu çarklarla işliyor. Halka güvenmeyen zihin yapısının ortaya çıkardığı bir tanım olsa da sonrasında evrimleştiği haliyle demokrasinin bu ‘eskiyen yeni’ tanımı da raflardaki yerini alarak kendini “seçim” kılığında yeni bir despotizme evirmiş durumda. Cahil kitlelerin kendini yönetecek sistemi seçme iradesinden yoksun olduğunu kabul eden anlayışın, hem demokrasinin doğduğu beşikte hem de bu topraklarda pek çok örneği var. Peki bu kitleler bu iradeyi gösteremezse kim gösterebilir? Halk irade edebilir mi? Yahut bu kitlelerin bu iradeyi gösterecek seviyede bilinçlenmemesi için neler yapılmıştır/yapılmaktadır? Bu sorulara nasıl cevap verildiğini ya da ne kadar cevap verilmesine izin verildiğini her yerde görmekteyiz. Yenilenmiş kapitalist mantığın tezahürleri ve modernitenin eriştiği ‘post-truth’ dönemi bu soruya ilişkin uygulamaları gözlerimizin önüne serdi ve sermekte.
İşte bu bağlamı ile demokrasi tam bir çılgınlık hareketi. Yani sonucu hiçbir zaman kesin olmayan, kemikleşmiş yapılara izin vermeyen, halka ve onun düşünsel/fikirsel/eylemsel bütünlüğüne dayalı bir ‘sistem tercihi’nin gerçekleştirilmesi. Bu modern devlet anlayışının çok uzağında bir anlayış olduğu gibi imparatorluk kırıntısı yahut artığı anlayışların da çok uzağında duran bir gerçeklik. Bu tercih, insanların dünya hayatlarındaki yönetim sistemlerinde hangi sınırları kullanacağını yani sınırlarını kimin ve neyin belirleyeceğini seçmesi demek.
Şimdi bu manası ile “demokrasi küfürdür” demenin ya da “şirk düzeni” etiketi yapıştırmanın da tıpkı “Allah’ın Şeriat”ı demek kadar kolaycılık olduğunu görmek gerekiyor. Bir şeriat tartışmasına girmek niyetinde değilim ki zaten bu konuda fikrim bellidir: Kur’an’da hiçbir yerde bu ifadeyi bulamazsınız. Ancak, şeriat olarak ‘islâm’la karşılaşırız ve onun çizgisinin “insan hayatının irade etme sınırlarını belirleyen”inin Allah olduğunu görürsünüz. Bu net bir dünya görüşüdür. Bu sınırların ‘ne’liği ve nasıllığı dondurulmuş metinler ve hükümlerle ya da modernist yaklaşımların nerede duracağı belirsiz esnekliğinde değil yolun gereğinin yerine getirilmesi için gerekli olan tüm etkenler ve etmenlerle belirlenebilecek bir yoldur.
Yani toplumlar “bizi yönetecek sistemin sınırlarını Allah belirler” diyebilir ya da demez. İşte bu, bugün hemen hemen herkes için tam bir çılgınlık emâresidir. Sadece bu değil elbette. Hiçbir şeriat kendi “had bildiricisi” dışında bir “had bildireni” kabullenemez. İşte bu yönüyle tıpkı mevcut kemalist cumhuriyet rejiminin şeriatinin izin vermediği gibi liberal amerika birleşik devletlerinin şeriatinin de izin vermeyeceği bir çılgınlıktır “demokrasi”. Seçilmiş halk anlayışı ile kurulan ve protestan ahlakın içlerine işlediği Amerika Birleşik Devletleri gibi sonradan müridi haline dönüşen uydu devletler de dünyaya saldıkları bu hastalık sayesinde kendi şeriatlerinden doğan demokrasinin “sürüleştirici” evrimleşme sürecine katkı sundular. Biz ise kemalist cumhuriyet rejimini seçmedik, bize dayatıldı. Biliyorum ki bu topraklarda “Allah’ın şeriati” diye bize dayatılacak olan da bundan biraz daha yumuşak olacaktı. Zira toplumun, kendilerini “yönetecek olan sistemin sınırlarını” kimin belirleyeceğine dair söz söylemesine izin verilmez.
Böyle olması ‘aman sende’likçilik içinde ‘böyle gelmiş böyle gider’ kolaycılılığıyla razı olduğumuz ve olacağımız anlamına gelemez. İdare edilenler için irade etme kudretimizin elimizden alınmasına karşı durmak ve icbâr edildiğimiz bir sistem içinde “kötünün iyisini seçme”ye dönük her türlü oyuna karşı uyanık olmak ve halkın iradesini Allah’ın sınırlarına göre belirleyeceği bir olgunluğa ulaşması için “bu toplumdan adam olmaz”cıların çanağına su taşımaktan sakınmak durumundayız. Halkın seçim yapacağı sistemler içinde yerini henüz alamamış olan islam’ı “islâmiyet” olarak pazarlayanların ve kendi dünya görüşlerini “islam” maskesi ile pazara sürenlerin zamanı da, karşı oldukları “dünya görüşünün” ne olduğunu bilmeden hamaset üretenlerin süresi de dolmayacak. Bugün gelinen noktada savaşım, elitlerin renk değiştirerek kendine edindikleri “elitiyet” rejimiyle, bunları islamla özdeşleştirenlerin “elitiyeti” arasında veriliyor görünmektedir. Böyle bir “sürü” insanın aklını kullanmasını ve pragmatikliklerini terk etmesini bekleyemeyiz. Yine bunlar, savaşımın ortasında kalan ‘çorbadan halka’, oyalanması için ‘kapalı zarf göstergeli’ bir oyuncak vermek ve “adam yerine” koyulduğunu zannettirmesinden başka daha ne kadar lütufkar olabilirler ki? Yapılacak şey ‘sistemin’ dışında düşünebilmektir. En azından düşünmeyi ve akletmeyi henüz onların araçları hâline getirmediysek.
…
Velhâsıl bu çılgınlığın bir tarafındaki muhataplar da bizleriz. Resûlullah’ın Dünya Görüşü ve onu şekillendiren el-İlm’den öğrendiğimiz şekliyle islâm dinlerden bir din olmadığı gibi ideolojilerden de bir ideoloji değildir. Dünya hayatımızın yoludur. Bu, hayatın olağanlığında ve fıtratımızda var olan yönetme ve yönetilme sistemini de kapsar.
Lâilaheillâ-Allah diyenler, “kulluk ve emanet” misyonunu yüklenmişler olarak bu yola engel olan her ‘etken’e karşı “sabr ve salâh” etmek boynumuzun borcudur.